Herkes Mozart’ı hatırlıyor ama Salieri’yi bilen çok az insan var…
Milos Forman imzalı 1984 yapımı Amadeus filmi, müzik tarihçilerine göre doğru olmayan ama Peter Shaffer’ın senaryosunda muhteşem bir biçim kazanan Antonio Salieri’nin Mozart’a karşı hislerini ve bu ikilinin aralarındaki ilişkiyi ele alır. O yıl 11 dalda aday olan film en iyi film, en iyi senaryo, en iyi yönetmen ve en iyi aktör de dahil olmak üzere 8 dalda Oscar almıştır. Oscar jurisini bilemiyorum ama bu film benim hayatım boyunca izlediğim en iyi filmlerin ilk sıralarında yer alır. Bazı filmleri defalarca (birkaç defa değil onlarca defa) izlerim. Hiç sıkılmadan, replikleri ezberleyinceye kadar izlerim. Bu da onlardan birisidir. Neredeyse 3 saate yakın olmasına karşın ne zaman rastlasam veya ne zaman önerilse oturur gözümü kırpmadan izlerim. Özellikle Murray Abraham’ın oyunculuğuna her seferinde yeniden hayran kalırım.
Filmde beni en çok etkileyen şeylerden biri bu büyük müzik adamlarının müziği duyuşlarını, hissedişlerini, yaratışlarını ve kağıda döküşlerini nefis biçimde yansıtmasıdır. Diğeri ise, Salieri’nin Mozart’a olan karmaşık hislerini ele alış biçimidir. Aslında filmin omurgasını oluşturan bu hisler en nihayetinde, insanlığı hep meşgul etmiş bir soruya bağlanır: Başarının kaynağı yetenek mi çok çalışma mı? Salieri, Mozart’ı inanılmaz kıskanır, aslında onu tanıdığından beri en büyük hayranıdır. Bir yandan karakteri, davranışları ve muhteşem yeteneğine rağmen yaşadığı hayat nedeniyle ondan nefret ederken bir yandan da yarattığı müziği en çok anlayan ve onu en çok beğenen kişidir. Kendini iyi ve ünlü bir müzisyen yapması için tanrıya yalvarmış ve bunun karşılığında çok namuslu ve kendini adamış bir adam olarak yaşamaya yemin etmiştir. Bir noktaya kadar bunu sürdürür de. Ancak, bir noktadan sonra tanrıya, -ona göre- kendini beğenmiş, şehvet düşkünü ve ahlaksız bir yeni yetmeye bu kadar büyük bir yetenek bahşedip, kendisi gibi dindar, efendi ve çalışkan birini vasatın biraz üstü bir müzisyen yapmasından dolayı sırtını döner. Hatta düşmanı ilan eder.
Filmin birçok sahnesinde, “neden” diye sorar Salieri, “neden, ben bu kadar iyi bir insan ve çalışkan bir müzisyenken bu saçma sapan adam bu kadar şahane eserler yazabiliyor”. Hayatı boyunca çok çalışmış ve gereken neyse onu yapmıştır. Hatta tanrıya verdiği söz nedeniyle o yaşına kadar bir kadına dokunmamıştır bile. Çünkü en iyi müzisyen olmayı her şeyden çok istemektedir. Aslında kağıt üstünde başarmış, sarayın baş bestecisi bile olmuştur, imparator ona çok saygı duyar ve sözünü dinler. Ama herkes Mozart’a hayrandır ve ne kadar saygısız olursa olsun müziği ile herkesi etkileyip ününe ün katmaya devam eder.
Birkaç hafta önce olimpiyat oyunları çerçevesinde atletizmde 100m erkekler finali başlamadan hemen önce aklıma bu film geldi. Kamera atletleri tek tek gezerken tüm atletler, kameraya ve seyircilere değişik gösteriler yapıyorlardı. Aralarında en çok gösteri yapanlar Yohan Blake ve Usain Bolt’du. Yalnızca Tyson Gay bir elini kaldırıp selam verdi ve yarışa konsantre olmaya devam etti. Çünkü başarılı olmak için ne gerekiyorsa onu yapmaya odaklanmıştı. Başlangıç öncesi filmi düşünürken aklıma gelen şey yarış sonrasında tam olarak netleşti. Tyson Gay, Salieri’ydi, Usain Bolt ise Mozart. 5 Ağustos 2012’de Londra’daki Olimpik Stadyum’da saat 21:50’yi çok az geçe, dünyanın gelmiş geçmiş en hızlı ikinci adamı olan Tyson Gay oradaki onbinlerce ve ekranları başındaki milyonlarca insanın karşısında şiddetli biçimde ağlıyordu. Ekranda, yıkılmış ağlayan yüzü varken arkadan Usain Bolt türlü şaklabanlıklarla haklı sevincini yaşamaktaydı. Bu sahnedeki ikili tam da Amadeus filmindeki Mozart ve Salieri ikilisine benziyordu. Üzgün, kahrolmuş Salieri ve arkadaşlarıyla kahkahalarla eğlenen Mozart.
Tyson Gay, oldukça alçak gönüllü ve kendi halinde yaşayan bir atlet. Onun hakkında yazılanlar hep ne kadar mütevazı ve saygılı bir insan olduğu görüşleri ile başlıyor. Gerçekten de yarışlarını izlerseniz, yüzünden ve hareketlerinden bunu anlamak zor değil. Start öncesi çekimlerde, yaptığı işe odaklanmış, konsantre olmuş ve kendi halinde bir adam görünümü vardır. Yarış sonrası kazanmışsa, ölçülü bir sevinç sergiler. Hayatı da böyledir. Hem kendi çocuklarına hem yeğenlerine hem de dönem dönem sorunlar yaşayan antrenörünün çocuklarına bakar. Dindar bir adam olduğunu dile getirir hep. Aile hayatı sürer. Dopingden sürekli uzak kalmıştır. Hatta Amerika Anti Doping Ajansı’nın Project Believe programına kayıtlıdır. Bunun anlamı sürekli testlere tabi tutulup temiz olduğunu gözler önünde sergiler.
Ama son 4-5 yıldır çok farklı bir rakibi var. Daha ısınma alanında şovlarına başlayan, start sırasında kameralara türlü şakalar ve mimikler yapan, yarışı bitirirken “bakın koşmama bile gerek yok” dercesine son metrelerde aşırı yavaşlayan ve şov adamı olan bir koşucu. Doğuştan yetenekli, müthiş hızlı bir adam. Spor dışı yaşamı da çok sakin sayılmaz. Birkaç spor araba haşat ettiğini, müzikli eğlencelere bayıldığını duyuyoruz. Pek de alçak gönüllü olduğu söylenemez. Bazen antrenman kaçırdığı, geç kaldığı da oluyormuş.
Tamam, belki filmdeki karakterlerle birebir uyuşmuyorlardır ama Tyson Gay hakkında bir şeyler gördüğümde artık aklıma hep Salieri ve onun Mozart’a bakışı geliyor. Filmi izlemediyseniz belki benzetme daha uzak kalacaktır. Hem bu benzerliği görmek hem de gelmiş geçmiş en güzel filmlerden birini kaçırmamış olmak için izlemenizi öneririm.
Aşağıda Mozart’ın Salieri’yi en ağır ezişlerinden birini izleyebilirsiniz. Mozart gelirken çalması için Salieri imparatora küçük bir marş yazar. Mozart dinlemez bile. Ama imparator fark edip etmediğini sorduğunda bir kere duymasına rağmen çalabileceğini söyler. Gerisini izleyin… Eminim Tyson Gay de o 5 ağustosta soyunma odasına gidip tanrıya “Grazie signore!” demiştir…
Washington, DC Union Station, bir kemancı rush hour da kemanını çalarken önündeki keman kutusuna arasıra birileri bozuk paralar atmaktadır. 43 dakika sonra 32.75 dolar toplanmıştır. Aynı kişinin (joshua Bell) en ucuz konser bileti 100 dolardır.
https://www.youtube.com/watch?v=myq8upzJDJc
Yazın bana bu olayı anımsattı. Hayran olduğumuz Hüseyin Bolt mu yoksa onun etrafında yaratılanlar mı?
Yazının tamamı:
https://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2007/04/04/AR2007040401721.html
Güzel yazmışsın. Tebrikler
Bu film benim de en çok sevdiğim filmlerden biridir. Bach, Beethoven, Mozart gibi efsaneler yeteneklerinin yanında hayatları boyunca sürekli çalışmışlardır. Bach “benim kadar çalışan herkes benim yaptıklarımı yapabilir” demiş. Einstein “başarımın %99 u çalışma, 1% i yetenektir” tadında birşeyler söylemişti. Aynı şekilde Michael Jordan her gün absürd sürelerle basketbol çalışmıştır. Demek istediğim çalışmak, yetenekten daha önemlidir.
Yetenekli insanlar daha şanslı tabi. Ama herşey demek değildir yetenek. Tyson Gay’e bu yüzden acımıyorum 🙂 Yeterince iyi çalışmamış. Daha çok çalışması lazım bence.
Eline sağlık güzel yazı.
Prof.Hüner Şencan derste başarının formülünü şöyle özetlemişti.
Başarı = Yetenek X Çalışmak X Şans
Değişkenlerden biri sıfır olursa sonuç sıfır olur.
Yani bir insan yetenekli olabilir ama hiç çalışmazsa başarılı olamaz.
Ya da hem yetenekli hemde çalışkan bir insanın şansı yoksa başarı yine hayaldir.
Sanırım, Tyson Gay’in şansızlığı Usain Bolt’un ta kendisi…
Peter Shaffer’in serzenişi beyhude, gereksiz ve anlaşılır; Bolt’un (jamaikalı’ların) sevinçleri sevimsiz, yakışıksız ve yine de anlaşılır.
Mozart’ın, baba baskısıyla delirecek kadar çok çalıştığını biliyorum. Hatta iyi bir müzisyen (dünya çepında) olmak, deli işi. O yüzden Bolt’a da kızamıyorum. Adam dünya üzerinde koşan en hızlı insan, milyon yıllık insanlık tarihinde. Eminim iyi birisidir de. Ama ne kadar şov, o kadar para. Oynun kuralını Bolt yazmadı. Orhan babanın (ki kendisi ayrı bir işlenmiş yetenektir) dediği gibi batsın bu dünya…
Çook güzel bir yazı. Tıpatıp uyan bir benzerlik.
Çook güzel bir yazı. Benzerlik tıpatıp doğru.