10K/60K ve 126K parkurları ile İznik Ultra Maratonu bu yıl 14-15 Nisan tarihinde ilk kez düzenlendi ve beklenenin oldukça üzerinde bir katılım ve mükemmel bir organizasyonla son buldu. Bu aynı zamanda Türkiye’de tek gün içinde gerçekleştirilen en uzun koşu yarışı oldu. Bu koşunun önümüzdeki yıllarda bir klasik haline geleceğinden ve sadece Türkiye’de değil dünya çapında ses getireceğinden şüphem yok.
Bu raporu yazarak organizasyonda emeği geçenleri kutlamayı, katılamayanları bilgilendirmeyi ve önümüzdeki senelerde yarışa katılacaklar için faydalı olabilecek bilgiler sağlamayı umut ediyorum. Öte yandan yarış raporu benim için yarışın bir parçası. Neyi doğru neyi yanlış yaptığımı düşünüp kendimle yüzleşmemi sağlayan bir araç. 18 saat koşmaya vakit buluyorsam birkaç saat yazmaya da bulabilmeliyim. Bence Türkiye’de koşu alanında en büyük eksikliklerden biri yarış raporları konusunda yaşanıyor. Bu sebeple imkanı olan herkesin kendi deneyimini paylaşmasını öneririm.
Bu, uzun bir yazı olacak ama yazıya başlamadan önce hikayedeki birkaç başrol oyuncusu hakkında birkaç şey yazmam gerekiyor.
CANER ODABAŞOĞLU
Sanıyorum Kasım ayında Belgrad’da gece yarısı yaptığımız bir koşuda Caner, İznik gölünün çevresinde böyle bir organizasyonu düşündüğünden ilk kez bahsetmişti. O zaman sadece birkaç kişinin böyle bir fikirden haberi vardı ve heyecan verici bir projeydi. Aradan geçen günlerde konu ciddileşti. Bu seneye yetişir mi yetişmez mi derken Caner bu işe inandı ve çok büyük bir emek sarf ederek kısa zamanda bence inanılmazı başardı. Böyle harika bir parkurun keşfedilmesi için defalarca göl çevresinde araştırma yapılmasına, 126km boyunca işaretlenmesine, gölün çevresindeki tüm belediyelerden bürokratik izinlerin alınmasına, hepsinin koordinasyon içinde çalışmasının sağlanmasına, köylerdeki halkın bilgilendirilmesi ve olayı sahiplenmelerinin sağlanmasına, güvenlik önlemlerinin alınmasına, son derece başarılı istasyonların kurulmasına ve tüm ekibin arasındaki iletişime kadar devasa bir organizasyondu bu.
Caner’in ne kadar titiz ve mükemmeliyetçi biri olduğunu bildiğim için çok başarılı olacağından şüphem yoktu ama her şeyin ilkinde olduğu gibi bu yarışın da ilk versiyonunda bazı öngörülemeyen aksaklıklar olabileceğini düşünüyordum. Fakat sonuçta ortaya kusursuza yakın, dünya standartlarının üzerinde müthiş bir iş çıktı. Geçen sene çok başarılı bir organizasyon olan Çekmeköy 50K ile ultra maraton fitili ateşlenmişti. Bu yıl İznik Ultra çıtayı yükseğe çekti ve Türkiye’de bu işin en iyi şekilde yapılabileceğini bir kez daha göstererek bundan sonra yapılacak organizasyonlara örnek oldu. Caner başta olmak üzere emek veren bütün ekibi, gönüllüleri ve bizlere büyük bir destek veren yöre halkına teşekkürlerimi sunarım.
Aslında ultra maraton dünyasında “100 millik bir koşu yarışını koşmak mı yoksa organize etmek mi zor?” diye bir tartışma vardır. Böyle hakkıyla yapılan bir organizasyon için bu bence çok anlamsız bir tartışma. (Caner’in bu mesafeleri zaten koşabildiği gerçeğini bir an için kenara koyuyorum.) Biz koşanlar sadece kendimizden sorumluyuz, gelip koşup evimize dönüyoruz. Organizasyon ise aylar sürüyor, her detayın planlanması gerekiyor, herkesin sorumluluğu üzerinizde. Bitirince madalya da yok. Ama sanırım bu organizasyona katılan herkesin bu yarıştan uzun süre unutamayacakları anılarla ayrılmış olması Caner için en büyük madalya olacaktır. Kendisi son aylarda organizasyona vakit ayırmaktan UTMB için antrenman yapamamaktan biraz sıkıntılıydı. Bence biraz abartıyor, geçen hafta sonu her şeyin kusursuz olması için 48 saat boyunca ayakta kalıp dört bir yana koşuşturması bence hiç de fena bir antrenman olmadı!
KEREM YAMAN
Kerem’le tanışmamız çok yeni. Kendisi hiçbir koşu yarışına katılmadığı için tanışıklığımız yoktu. Eskiden dağcılık tecrübesi olduğu ve küçük yaşlardan beri düzenli olarak kendi halinde kısa mesafeler koştuğu için spor altyapısı sağlam. Kendisiyle ilk koşuyu daha bir ay önce, Mart’ın başında yapmıştık ve Belgrad Ormanı’nın arka sokaklarında 5-6 kişilik bir grupla 25km kadar koşmuştuk. Çok dayanıklı, araziye alışık ve hızlı olduğu hemen dikkat çekiyordu. O gün bana hayatında koştuğu en uzun mesafenin 30-31km olduğunu söyleyince çok şaşırmıştım. Dahası hayatında hiçbir koşu yarışına katılmamıştı. (Evet, doğru okudunuz. 5K, 10K, Yarı maraton ve Maraton dahil olmak üzere hiçbir koşu yarışı).
Mart sonuna doğru kendisiyle bir Cuma günü Çekmeköy’de 21:45’te başlayıp 04:00 gibi biten 50km civarı bir gece yarısı koşusu yaptık. Bu koşuda Bakiye Duran ve Ufuk Öztürk de vardı. Bu koşu Kerem’in ilk gece koşusuydu. O gece ve sonrasındaki günlerde bana birçok defa 126km hakkındaki endişelerinden bahsetti ve nelerle karşılaşabileceği konusunda birçok soru sordu. Haklı olarak kafasında sayısız soru işareti vardı. 160km yarışına katılırken benim en uzun mesafem de 57km olduğu için neler hissettiğini çok iyi anlıyordum.
Henüz onu yeni tanımama rağmen gece koşusunda arazideki rahatlığını gördükten ve yaptığımız konuşmalarda zihinsel yönden de güçlü olduğunu anladıktan sonra bitirebileceği, hatta çok iyi dereceyle bitireceği konusunda kafamda soru işareti kalmadı. Bana inandı mı bilmiyorum ama ben buna gerçekten inanarak kendisine de defalarca söyledim. Tek yapması gerekenin gücünü ve enerjisini kontrollü kullanması, beslenmesine dikkat etmesi ve ilk 60K’daki uzun yokuşları yorulmasa da yürümesi gerektiği olduğunu anlatmaya çalıştım. 50km’yi rahat koşmuştu ama 126km’yi bitirmek bunun sadece 2.5 katı kadar zor olmayacaktı. Çok başka zorluklar devreye girecekti.
YARIŞ ÖNCESİ
13 Nisan Cuma günü Ilgaz ve Kerem’le Yalova’da buluştum ve öğleden sonra İznik’e ulaştık. Eşyaları otele bıraktıktan sonra İzmir grubuyla beraber öğle yemeği için ilk köfteci ziyaretimizi yaptıktan sonra yarış merkezinin yolunu tuttuk. Zorunlu malzemelerimizin kontrol edilmesini takiben yarış çantamızı aldık. Parkur işaretlerinin kesilmesi ve fosforlu bantların yapıştırılması gibi ufak tefek son dakika işlerinde yardımcı olduktan sonra marketten yarış sırasında yemek ve 60K noktasındaki çantaya koymak için yiyecek alışverişini tamamladık. Ardından da 19:00’da göl kıyısındaki kayıkhanede düzenlenen makarna partisinin yolunu tuttuk. Kıymalı, peynirli ve soslu lezzetli makarnadan iki büyük tabak yiyerek glikojen depolarının ağzına kadar dolduğundan emin olduktan sonra son hazırlıklar için otele döndük.
Yarıştan önceki stratejim kimseye ayak uydurmaya çalışmadan, tamamen kendi tempomda, eforumu ve nabzımı kontrol ederek gitmekti. Şubat ayında burada Caner’le birlikte parkurun GPS verisini çıkarmak için bir koşu yapmıştık ve hesaplarıma göre 60K noktasına tükenmeden gelmek için 8 saat gibi bir hedef makul gözüküyordu. Ancak o koşuda zemin bazı yerlerde bilek boyunda karla kaplı olduğu için tam bir zaman hedefi koymak kolay değildi. 60K’dan sonrasında ise belirleyici faktör zeminin ne durumda olacağıydı. Çünkü o gün 60K’dan sonra yürümenin bile çok zor olduğu çok ağır zemin şartları ile karşılaşmıştık. O gün yazdığım bu yazıda da bu şartlar konusunda elimden geldiğince katılımcıları uyarmaya ve eğim grafiğine bakarak 60K’dan sonra “kolay” olacağını düşünmemeleri için uyarmaya çalışmıştım. Dolayısı ile o bölüm için hedef koymanın anlamsız olduğunu düşündüm ve zemin şartlarını beklemeyi daha doğru buldum.
Yatmadan önce son hazırlıkları yapıyoruz. Kerem’le konuşurken, eğer benim için bir sorun olmazsa birlikte koşmak istediğini söylüyor. Ben de sorun olmayacağını ancak ilk yarıda temkinli gideceğimi ve dik yokuşları yürüyeceğimi bir kez daha tekrarlıyorum. Çünkü Kerem hızlı başlayıp hızlı giden ve yokuşları da koşan biri. O da bunları kabul ettiğini söyleyince sabah 6’da kalkmak üzere yatıyoruz. Uyku benim için bölük pörçük oluyor ama son geceki uyku bence fazla abartılan bir faktör. Uyunabilirse iyi ama uyunamazsa pek sorun olmadığını düşünüyorum. Önemli olan ondan önceki 1-2 gece yeterli uykuyu almış olmak. Sabah kalkar kalkmaz yarış kıyafetlerimizi giyiyoruz ve hazır halde kahvaltıya iniyoruz. Kahvaltıdan sonra çabucak 60K çantası için sandviç hazırladıktan sonra artık hazırız.
YARIŞ – 0-28K
“No matter how well you know the course, no matter how well you may have done in a given race in the past, you never know for certain what lies ahead on the day you stand at the starting line waiting to test yourself once again. If you did know, it would not be a test; and there would be no reason for being there.”
“Parkuru ne kadar iyi bilsen de, geçmişte herhangi bir yarışta ne kadar başarılı olmuş olsan da, kendini bir kez daha test etmek için başlangıç noktasına geldiğinde önündeki günün neler getireceğini asla tam olarak bilemezsin. Eğer bilseydin, bu bir test olmazdı ve orada olmanın bir sebebi bulunmazdı.” – Dan Baglione
Başlangıç noktasında yerimizi alıyoruz. Tanıdık yüzlerle selamlaşıp birbirimize başarı dilerken, hava bütün gün bize oynayacağı oyunlara hazırlanıyor gibi. Başlangıca 5-10 dakika kala yağmur atıştırmaya başlıyor ve bazılarımız yağmurluklarını giyiyor. Derken 7:37 itibariyle Türkiye’de şimdiye dek düzenlenen en uzun koşu yarışının startı veriliyor. Havada büyük bir elektrik ve coşku var.
İlk 3-4km asfaltta sohbet temposunda koştuktan sonra patikaya girerek ilk büyük tırmanışa başlıyoruz. Kerem’in yanı sıra Çekmeköy’de defalarca birlikte koştuğum çok güçlü ve dayanıklı bir koşucu olan Ufuk Öztürk de bize katılıyor. İlk büyük yokuşu hızlı bir yürüyüş temposuyla çevremizdeki güzel manzaraları izleyerek sorunsuz çıkıyoruz ve 13km noktasındaki Derbent kontrol noktasına geliyoruz. Zeminin çok ağır olmasını bekliyordum ama ideal şartlarda olduğunu görünce seviniyorum.
Bu noktadan sonra inişli çıkışlı parkurda hızlı ama yıpratıcı olmayan akıllıca bir tempo tutturuyoruz. Ufuk abi de aynı Kerem gibi en dik yokuşları bile koşarak çıkmaya alışık biri olduğu için eğer koşarlarsa onlara ayak uydurmak gibi bir niyetim yok. Bunu zaten konuşmuştuk ve bu kadar uzun yarışta onlar için de akıllıca olmayacağını kendilerine söylemiştim. Sonuçta dik yokuşlara geldiğimizde hemen hızlı şekilde yürümeye geçerek bu stratejiyi beraberce baştan uygulamaya koyuyoruz.
Tırmanışa devam ederken yağmur şiddetini arttırıyor ve tekrar yağmurlukları giyiyoruz. Hava bir açacak gibi oluyor bir patlayacak gibi. Öğleden sonra ve gece olacaklardan habersiziz. 18K civarında bir köye geldiğimizde sapakta işaret göremiyoruz. O ana kadar işaretler mükemmel olduğu için durum normal değil. Ya hava şartlarından dolayı işaret koptu ya da başka bir sorun oldu. Orada bulunan bir köylü yukarı gitmemiz gerektiğini söylüyor. Biz de devam ediyoruz ama bu arada hemen Caner’i arayıp bizden sonra geleceklerin sorun yaşamaması için bilgilendiriyoruz. O da hemen bir ekip gönderdiğini söylüyor.
Harika dağ ve göl manzaraları arasında devam ediyoruz. Parkuru biraz tanıyan biri olarak önümüzdeki kilometrelerde nelerle karşılaşacağımız konusunda elimden geldiğince bilgiler veriyorum. Sohbet ederek ve birbirimizi motive ederek gittiğimiz için olsa gerek 28K istasyonu da oldukça çabuk geliyor. Köyün içinden geçerken köylülerden insanı şaşırtan harika bir destek var. Burada favori yiyeceğim Çizi oluyor. Tuzu ve peyniri çok iyi geliyor, sanırım bir pakete yakın yiyorum. Kola da var ama kafein için henüz çok erken.
28-41K
“Go fast enough to get there, but slow enough to see. – Amaca ulaşmak için gerektiği kadar hızlı ama görebilecek kadar yavaş git.” – Jimmy Buffett
Bu köyden Ufuk abi ile çıkarken rahat bir tempoda gidiyoruz. Etrafa bakıyorum ve “Sabahtan akşama kadar bu güzellikler içinde koşacağız, ne güzel” diyorum. Ufuk abi hemen hatamı düzeltiyor, “Sabahtan sabaha kadar!” Bu arada Kerem çantası ile uğraşıp bir türlü arkamızdan gelmiyor. Bekliyoruz, sonunda geliyor ama şok bir haber veriyor! Telefonunu ve ehliyetini kaybettiğini söylüyor. Büyük ihtimalle yağmurluğunu çıkarırken düşürdüğünü anlatıyor. Haliyle morali çok bozuk.
Birisi bulur getirir diyorum ama çok düşük ihtimal olduğunun farkındayım. “Tüm bu zorluklara karşı bitirip bu günü hatırlayacaksın” gibi şimdi bakınca çok da anlamlı olmayan bir şeyler söyleyip moralini düzeltmeye çalışıyorum. Çok zor bir durum ama elden gelen bir şey yok. Konuyu unutturmaya çalışıp devam ediyoruz. (Kerem yarış sonrasında telefonunu ve ehliyetini buldu, meğerse yarış sabahı yetişmek için aceleyle çıkarken çantasına koymayı unutmuş. Ama bulması, yarışın 28K’dan sonrasını bunları kaybettiğini düşünerek son derece olumsuz bir psikoloji ile gitmek zorunda kaldığı gerçeğini değiştirmiyor.)
30.km’de başlayan ve 5-6km kadar süren ilk uzun iniş sert zeminde olduğu için her ne kadar kontrollü gitmeye çalışsak da beklediğim gibi bacaklarda biraz tahribat yaratıyor. Uzun inişin ardından Müşküle köyünden geçerken tüm köylüler evlerinin önüne çıkmış bizi destekliyorlar. Köy meydanında da büyük bir kalabalık toplanmış. Sürreal anlar. Köyün çıkışına doğru yaşlı bir teyze “Bacaklarınıza kuvvet yavrum. İnşallah kazanacaksınız!” diyerek bizi motive ediyor. Aradan birkaç saniye geçiyor, Kerem arkasını dönerek bağırıyor, “Teyze kazanmak değil bitirmek önemli!”
Köyden sonra asfaltta devam ederek fazla sorun yaşamadan 41K’daki ilk ikmal noktası olan Narlıca’ya ulaşıyoruz. Burası açık büfe gibi. Hem halktan hem görevlilerden müthiş bir destek var.
Caner mataralarımı elimden alıp doldururken bir taraftan çorba içiyorum ama bu istasyonda favori yiyeceğim kesinlikle portakal. 6-7 parça yiyorum ve beni canlandırdığını hissediyorum.
42-60K
“The longest climb must end in a valley. – En uzun tırmanış bir vadide son bulmalıdır. ” – Henry C. Beeching
Bu arada Noyan da bize katılıyor ve hep beraber ikinci büyük tırmanışa başlıyoruz. Bu yokuşu İznik Keşif Koşusunda Mert’le beraber çıkarken bilek boyu kar vardı ve 42-57K arasındaki 15 km’lik bölümü yüksek eforla ancak 2.5 saatte tamamlayabilmiştik. O günü hatırlayınca zemin bana mükemmel geliyor, kısa bölümlerde olan çamuru hissetmiyorum bile.
Bir süre gittikten sonra arkamızda çocuk sesleri duyuyorum. Dönüp bakınca 5-6 tane ilkokul çağındaki kız öğrenciyi arkamızdan okul çantalarıyla yokuşu çıkarken görüyorum. Bizle hiç ilgilenmiyor, birbirlerine okuldaki olayları anlatıp gülerek düz yolda yürür gibi tırmanıyorlar. Kendimi oksijen desteği ile Everest’e zar zor tırmanan dağcılar gibi hissediyorum. Küçük kızları da dağcıların tüm yüklerini sırtlarında taşımalarına rağmen güle oynaya tırmanan Şerpalara benzetiyorum. Bize zor gelen şeylerin burada yaşayan insanlara küçük yaşlardan itibaren ne kadar doğal ve kolay geldiğini düşünüyorum. Zor denen şey ne kadar da göreceli! Bu iş zor mu yoksa biz mi rahata biraz fazla alışmışız? Tüm yokuş boyunca bu düşünceler aklımda kalarak beni motive ediyor ve yokuş açıkçası beklediğimden çok kolay bitiyor. Hiç de tahmin ettiğim kadar yıpranmadığımı hissediyorum.
Eğim azalınca Kerem önden koşmaya başlıyor, ben de takip ediyorum. Noyan ve Ufuk abi daha kontrollü olarak devam ediyorlar. Bu bölümde yağmur iyice şiddetlenmesine rağmen kendimi çok iyi hissediyorum ama Kerem’e birkaç defa dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatıyorum. 60K noktasına tükenmiş değil hala tazeliğimizi koruyarak girmemiz gerek. Yine de tempomuz oldukça yüksek. Bu arada 60k’cılardan birçok kişiyi görüyoruz ve bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorarak yanlarından geçiyoruz. Kerem’e “ikmal noktasında kıyafet, çorap değiştirmek ve çok iyi şekilde beslenmek için kendimize 20 dakika hedefi koyalım ama tam hazır olmadan çıkmayalım, yarım saat sürse de önemli değil” diyorum. Bundan sonra 97K’ya kadar sadece su var ve bence buradan fiziksel ve zihinsel olarak güçlü şekilde çıkmak bu yarışın en kritik noktalarından biri. Kaybedilebilecek 5-10 dakikanın büyük resim içinde önemi yok.
Sanırım 52km civarında önümüzde Erkal beliriyor. Daha önce hedefinin 7 saat altında bitirmek olduğunu söylemişti. Yavaşlamış ve bir sorunu var gibi gözüküyor. “Her şey yolunda mı, istediğin bir şey var mı?” diye soruyorum. “Fazladan iki bacağın varsa alırım” deyince durumu anlıyorum. Saate bakıp 7 saatin altında bitirebileceği konusunda motive ederek Kerem’le devam ediyoruz. 5-10 dakika gidiyoruz. Tempomuz oldukça iyi olmasına rağmen bir süre sonra yanımızdan bir roket geçiyor. Virajda gözden kaybolmadan önce motive edip arkasından bağırıyorum “Erkal bacakları kimden buldun?”
Sanırım interval antrenmanı yapıyor olacak ki bir süre sonra tekrar yavaşlamış haldeyken yanından geçiyoruz ama hemen birkaç dakika sonra tekrar canlanmış şekilde müthiş bir tempoyla son bölümde bastırıp gidiyor ve 20-30 metre kadar önümüzde 6 saat 53 dakika ile hedefine ulaşmayı başarıyor. Yarışta hedefini tutturduğu için kendisini kutluyoruz, o da bize geri kalan yolda şans diliyor. Biz benim tahminimden 1 saat kadar önce bu noktaya gelmişiz. Bunda bence iki sebep var: İlki buraya kadar bence zeminin ideale yakın şartlarda olması. Ben burayı karlıyken gördüğüm için zeminin çok daha kötü olacağını tahmin etmiştim. İkincisi ise yolun büyük bölümünü Kerem ve Ufuk abi ile birlikte gitmemiz ve birbirimizin güçlü yönlerinden faydalanarak çok iyi bir ekip oluşturmamız.
Bu noktada hemen kıyafetleri değiştiriyorum, ardından da çorapları. Ayakkabılar sırılsıklam ama değiştirmeyi düşünmüyorum. Çantada Inov-8’ler var ama onların da 60K sonrasında beklediğim çamurda bir işe yaramayacağını biliyorum. Tabanları çamur için en ideal tabanlardan biri ama bu bölümdeki çamur ayak tabanına yapışıp külçe gibi biriken bir çamur, bu yüzden ayakkabının tabanının önemi kalmıyor. Şubat ayındaki Keşif Koşusunu onlarla koştum ve bu yapışkan çamur yüzünden hiçbir işe yaramadılar. Bu yüzden son derece rahat, stabil ve güvenilir Montrail’lerimle devam etmeye karar veriyorum. Bu da yarışta verdiğim en iyi kararlardan biri oluyor. Kerem ayakkabı değiştirip Salomon’ları giyiyor ama yarış sonrası işe yarayamadığını söylüyor, zaten onu bundan sonraki 11 saat boyunca yanımda aynı benim gibi devamlı patinaj çekerken görüyorum.
60-80K
“Find the level of intolerance you can tolerate and stay there. –Dayanabileceğin dayanılmazlık seviyesini bul ve orada kal.” – David Horton
Devam ediyoruz ve beklediğim bataklık hemen başlıyor. Eğer Narlıca’dan sonraki büyük yokuştakine çamur deniyorsa bunun ismi çamur olamaz. Kerem’in yeni ayakkabıları sadece birkaç dakika kuru kaldıktan sonra bileğe kadar suya giriyor. Kısa süre sonra da ilk dere geçişine geliyoruz. Zaten yeni çoraplar buraya kadar çoktan sırılsıklam olmuş durumda. Düşünecek fazla bir şey yok. Dize gelen suya atlayıp karşıya geçiyoruz. Yaklaşık 10km sonra bir dere daha geçeceğiz.
Aslında derenin soğuk suyu şişen ayaklara iyi geliyor. Acaba derenin içinde biraz beklese miydik diye düşünmeden edemiyorum. Daha sıcak ve bunaltıcı bir günde çok işe yarayabilir. 60K’dan sonraki ilk büyük yiyecek noktası 106K’da olduğu için ve o 46 kilometrenin bataklık şartlarında çok uzun saatler süreceğini bildiğim için 60K noktasında yanıma sandviçten kuruyemişe, kekten cipse ve jellere kadar çok fazla yiyecek almıştım. Adeta ayaklı bir açık büfe gibiyim. Çantanın iyice ağırlaşması ile tempom düşüyor ama Kerem hala aynı tempoda gidiyor. Bu adam yorulmak bilmeyecek herhalde diye düşünüyorum ama daha yarışın sonuna çok ama çok var. Üstelik daha en zor yerlere gelmedik.
İlk kilometrelerde takip etmekte oldukça zorlanıyorum. Yokuşlara ve çamura kendimi hazırlamıştım ama en büyük sıkıntımın Kerem’in temposuna yetişmek olacağı kimin aklına gelirdi? Bu esnada Ilgaz’ın Kouros yazısındaki “Yorulduğumda vücudumu karşıma alır ona yorulmadığını anlatırım, o da beni dinler” sözünü düşünüp duruyorum. Kouros acaba Kerem’in arkasında koşsa yine de bu sözü söyleyebilir miydi diye düşünüp kendi kendime gülüyorum. Vücudumu karşıma alıp anlatmaya çalışıyorum. Tabii benim anlatma yeteneğim ve vücudumun anlama kapasitesi ile Kouros’inki arasında dağlar kadar fark olduğundan her şey mükemmel olmuyor. Ama tamamen başarısız olduğumu da söyleyemem. Bir şekilde o bölümde iyi bir tempoyla devam edebiliyorsam bu yöntemin de katkısı oluyor. Zorlanıyorum ama tükenme limitine uzağım. Sadece daha çok uzun yolumuz olduğunu bilerek enerjimi akıllıca kullanmaya çalışıyorum.
Kerem’e bu bölümde birçok defa beni beklememesini ve ayrılıp gitmesini söylüyorum. Bu kadar uzun yarışı iki kişinin birlikte gitmesi bence çok zor. Tüm ısrarlarıma rağmen kabul etmiyor, beraber gideceğini, tek başına gitmek istemediğini söylüyor. Birlikte gitmenin avantajları olduğu açık ama gidebilecek gücü varsa beni beklemesinin bir anlamı olmadığını söylüyorum. Öte yandan şimdiden bu kadar hızlı giderse yarışın sonunu getirip getiremeyeceğinden emin değilim. Ayrıca parkurun en zor yerlerinin 80.km’den sonra başlayacağını bildiğim için buralarda tek başına gitmesinin hem motivasyon hem de navigasyon açısından oldukça riskli olduğunu düşünüyorum.
Sonuçta bu bölümde onu biraz yavaşlatsam da beraber gitmeye devam ediyoruz. Bu arada aceleden düzgün katlamaya üşendiğim yağmurluk ikide bir çantanın arkasındaki lastiklerden kayıyor ve durup düzeltmek zorunda kalıyorum. Ayaklarım çok iyi durumda ama sol ayağımın altında tek bir yerdeki su toplaması rahatsız etmeye başlıyor. Bir de üstüne çantanın sol omuz kayışı nedense omzumu kesip acıtıyor. Çantanın üstünde yağmurluk olduğu için çıkartıp bakmaya üşeniyor ve ne olduğunu anlayamıyorum. Sonunda omuzdaki acı dayanılmaz hale gelince duruyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Kerem sol kayışı ters dönmüş şeklinde taktığımı fark ediyor. Meğer sorun buymuş, düzeltmemle büyük bir rahatlık geliyor. Yağmurluğu da adam gibi katlayıp bir daha kaymayacak şekilde yerine koyuyorum.
Bu ufak tefek sorunlar güçlerini birleştirerek sinirimi bozmayı başarıyorlar. 20-25 dakikalık bu bölümde Kerem son derece sakin kalarak kahrımı çekiyor. O esnada kısa bir süre için asfalta çıkıyoruz ve her şey yoluna girince sinirimi atmak için o an için çok hızlı gelen bir tempoyla koşmaya başlıyorum. Sanırım Kerem de bir ara ne oluyor diye düşünüyor. Biraz da sen yetişmeye çalış bakalım! Tabii bu sadece 1.5-2km kadar sürüyor. Ne derece doğru bir hareket olduğu tartışılır ama hem bacaklarım biraz açılıyor hem de sinirimi atıp sakinleşiyorum. Yarış içinde sinirlendiğim tek bölüm sanırım burası.
Ardından tekrar normale dönüyoruz. İlk 60K’da dik yokuşlarda yürümemiz gerek diyerek Kerem’i kandırabiliyorduk ama yol düzleşince böyle bir ihtimal kalmadı. Bakıyorum böyle olmayacak, “koşma yürüme stratejisi uygulamamız lazım” diyorum. Plana göre 8 dakika koşup 2 dakika yürüyeceğiz. Öyle de yapıyoruz. Bazen balçık içinde daha az koşuyoruz ama bazen de göl kıyısındaki bölge gibi 20 dakikaya yakın koştuğumuz oluyor. Yalnız Kerem koşu bölümlerinin interval temposunda olacağını zannetmiş olacak ki, bu kısımlarda devamlı hızlanıyor ve sonlara doğru 20-30 metre kadar fark açılıyor. Bu isteyerek yaptığı bir şey değil, hızlandığını fark etmiyor ve sadece 5. vitesi olan bir araba gibi yavaş koşmayı bilmiyor. Her şeye rağmen bu sistem oldukça iyi işliyor ve bunu aralıklarla uygulayarak 80K civarına kadar iyi tempoyla gelmeyi başarıyoruz.
80-106K
“My advice is that you should use your brains more and train less. – Size tavsiyem beyninizi daha fazla kullanmanız ve daha az antrenman yapmanız.”
– Yiannis Kouros
Artık 97K istasyonunun hayalini kurmaya başlıyoruz. Fiziksel gücün, yerini zihinsel güce bıraktığı anlar giderek yaklaşıyor. Bu arada yaklaşık 1 saat arayla iki kez kayboluyoruz. İnsan kaybolunca her zaman ilk reaksiyonu işaretlerin yanlış olduğu şeklinde oluyor ama ikisinin de kendi hatamız olduğuna eminim. İlkinde Kerem önden ben arkadan dalmış şekilde giderken kaybolup yolu oldukça uzatıyoruz. Daha da fazla uzayabilir ama şans eseri bir organizasyon arabası doğru yolun ne tarafta olduğunu gösteriyor. İkincisinde ise daha dikkatli olmak konusunda birbirimizi defalarca uyardığımız halde kafamızı yerden kaldırıp etrafa bakmakta zorlandığımız için işaretleri kaçırıyoruz. Yağmurun yanı sıra yerde öyle bir balçık var ki, bir an kafanızı yerden kaldırıp dikkatinizi başka yöne verseniz toprağı (çamuru) öpmek kaçınılmaz. Sonradan o bölgelerde hemen herkesin aynı sebepten birkaç defa kaybolduğunu öğreniyoruz. Zaten yarışın içinde bunlar var, kafaya fazla takmayıp devam etmek gerekli.
97K’ya gelmek gerçekten uzun sürüyor, birkaç kase çorba içip ısınacağımızı söyleyerek birbirimizi motive ediyoruz. Bu arada yağmur yavaşlamak bir yana bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor. Artık Kerem’e istasyonlarda fazla durmamak gerektiğini söylüyorum. Sırılsıklam elbiselerle ve artık kendisini ısıtmakta zorlanan bir vücutla fazla durursak hipotermi tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliriz. Hemen sıcak içecekleri ve kalorileri alıp yola devam etmeliyiz. İstasyonda bizi coşkulu bir kalabalık karşılıyor, hemen çorba rica ediyorum. Çorba yok diyorlar. Nasıl olmaz? Çorba 106K istasyonunda diyorlar. Tabii ki öyle! Nasıl olduysa ikimiz de yarış öncesi defalarca baktığımız halde İkmal istasyonunun 97K’da olmadığını unutmuşuz ve beynimiz bize oyun oynamış. (Üstüne üstlük ben çizelgeyi el mataralarıma da yapıştırmıştım ama aralıksız yağan yağmur yüzünden ikisi de kopmuştu).
Sorun değil, hemen B planına geçip kahve alıyorum. Artık biraz kafein almak için iyi bir zaman. Üzerine bir de sıcak çay içiyorum. Yanımıza 60K’da aldığımız patates cipslerini ve biraz da bisküvi yiyoruz. İstasyondakiler Beşiktaş – Galatasaray maçının yağmur yüzünden ertelendiğini, İstanbul’da hayatın durduğunu söylüyorlar. Aklıma beni 106K istasyonunda karşılamak için İstanbul’dan yola çıkıp gelecek arkadaşım Budak Timuralp geliyor. Dış dünyada hayatın devam ettiğini tamamen unutmuşum, sanki şartlardan etkilenen sadece biziz. Bu düşünceler içinde üşümeye başlamamak için hemen tekrar sağanak altında yola koyuluyoruz.
Bu bölümde 1km kadar sert stabilize yoldan gidiliyor. Saatler sonra düşme korkusu olmadan gidebildiğimiz ilk kısım burası. Burada kendimi çok iyi hissediyorum. Daha uzun süre gidecek gücüm var. Bu kadar saat koştuktan sonra gecenin bir yarısı, zifiri karanlıkta, sert yağmur altında ve ıssız yerlerde yapayalnız gitmek insanda çok garip duygular uyandırıyor. Kerem’e bu deneyimin ne kadar özel bir şey olduğunu söylüyorum. Buraya kadar geldiğimiz ve hala güçlü olduğumuz için önce içimden kendimi kutluyorum sonra aynı şeyi Kerem’e söylüyorum. İyi durumdayız.
Sonra…
Sonra tekrar bataklık başlıyor. Bazen ben, bazen Kerem önden gidip diğerini çekiyor. Koşmak diye bir şey ihtimal dahilinde değil. Amaç düşüp bir taraflarımızı kırmadan olabildiğince hızlı yürümek. Öyle de yapıyoruz. Uzunca bir süre sonra asfalta çıktığımız anda tekrar birbirimizi kutluyoruz. Burası gerçekten kutlamayı gerektirecek bir bölüm. Bu anlarda defalarca konuştuğumuz şey arkamızdaki diğer koşucular oluyor. Kendimizin şanslı olduğunu, arkamızdan gelenlerin işinin ne kadar zor olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Caner ve ekibinin bu şartlarda kim bilir nasıl mücadele ettiklerini konuşuyoruz.
Asfaltta koşmaya başlıyoruz. Belki kafeinin etkisi, belki de aldığım kalorilerin ama çok iyi durumdayım ve rahat koşuyorum. Bu sefer Kerem’de bir sorun var gibi, bir anda yürümeye başlıyor. “Her şey yolunda mı?” diye soruyorum, sol dizinin ağrıdığını söylüyor. Ne zamandan beri diyorum, çoktan beri diyor. “O zaman neden bu kadar uzun süredir bu kadar yüksek tempoyla koştun” demek üzereyken, şimdi bunu konuşmanın negatif etki yaratmaktan başka bir işe yaramayacağını fark edip hiçbir şey söylemiyorum. Yürürken sorun olup olmadığını soruyorum. Yok deyince hemen hızlı yürüme moduna geçiyoruz.
Biraz sonra bir polis arabası yanımıza geliyor, “her şey yolunda mı?” diye soruyor, evet diye cevap verip Boyalıca (106km) istasyonuna ne kadar kaldığını soruyorum. “1km” diyerek gidiyorlar ama mantıklı gelmiyor. (iki defa uzun süre kaybolduğumuz için GPS’ler ve kilometreler şaşırdı). 2.5km kadar gittikten sonra Boyalıca’ya ancak geliyoruz. Bizi alkışlayanlardan birine istasyon ne kadar uzakta diye soruyorum, “1km var” diyor! Kerem’le gülmeye başlıyoruz. Ancak 1.5km kadar sonra istasyondayız. Birisi Aykut diye bağırarak fotoğraf çekiyor. Selam verip devam etmek üzereyken bunun Budak olduğunu görüyorum. Durup sarılıyoruz. Motivasyonum daha da artıyor. Budak’ı bu hikayenin başrol oyuncuları arasında yazmadım çünkü o benim hayatımın başrol oyuncularından. Birkaç cümleyle özetlemenin mümkün olmadığı 25 yıldır kesintisiz görüştüğüm en iyi dostum.
Sonunda saatlerdir hayalini kurduğum çorbadan iki tabak içiyorum. İstasyondaki insanlar ve destekleri yine inanılmaz. Biraz portakal, kahve, biraz da bisküvi. Kerem’le ıslak tişörtlerimizi çıkarıp uzun kollularımızı giyiyoruz ve üşümemek için tekrar yola kola koyuluyoruz. Sistemleri gözden geçiriyorum. Hem fiziksel hem zihinsel olarak çok iyi durumdayım.
106-126K
“Don’t fear moving slowly forward … fear standing still – Yavaş ilermekten korkma… Olduğun yerde durup kalmaktan kork.” – Kathleen Harris
Kerem önden koşmaya başlıyor ama arkadan bakarken düzgün koşamadığını fark ediyorum, zaten 50 metre sonra yürümeye başlıyor. Dizindeki ağrının büyük olduğu belli. Daha bir şey söylemesine fırsat vermeden, “yürüyebiliyor musun, yürürken sıkıntı var mı?“ diye soruyorum. “Yürürken bir şey yok” diyor. “Tamam, buraya kadar beraber geldik, bundan sonra geri kalan 20 kilometreyi de sadece hızlı yürüyerek bitireceğiz, koşmana gerek yok, 5 saat de 10 saat de sürse bu yarışı ikimiz beraber bitireceğiz” diyorum. Rahatlıyor, teşekkür edip durmaya başlıyor ama teşekkür edecek bir durum yok. 15 saattir omuz omuza gittiğim biri son anlarda bitiremezse benim bitirmemin ne tadı olabilir ki? Ayrıca o vakitten sonra koşacağım tempoyla uçacak halim de yok. Üstüne üstlük bu yüzlerce, binlerce kişinin olduğu bir yarış değil. 5-6 saattir parkurda hiçbir koşucu ile karşılaşmadık. Geçtiğimiz birçok yere bataklık şartlarında araç girmesi ihtimal dahilinde bile değil.
Sonuçta olabildiğince hızlı bir yürüme temposuna geçiyoruz. Yine bataklığa giriyoruz ve arkamızdakilerin durumunu konuşmaya başlıyoruz. 106km istasyonunda olumsuz bazı haberlerin yanısıra Umut’un Elena ile birlikte geldiğinin haberini aldık. İkisinin çok güçlü bir ekip olacağından kuşkum yok ama Ufuk abiden haber yok. Endişeleniyoruz ama Kerem’e “bu işi birisi yapabilirse o da Ufuk abidir” diyorum. Çekmeköy koşularından onu iyi tanıyorum ve pes edecek en son insanlardan biri olduğunu biliyorum.
Patinaj çekerek gittiğimiz çamurda 20 yaşındayken Ankara’da ilk kez denediğim ve yerden kalkamadığım buz pateni denemesini hatırlıyorum. “Acaba buz pateni bilsem daha rahat mı yürürdüm?” diye kafamdan saçma düşünceler geçiyor. Yağmurun bitmesini beklerken devamlı şiddetlenmesine artık sadece gülüyoruz. Yarışın hiçbir anında bitiremeyeceğim gibi bir düşünce aklıma gelmiyor sadece daha uzun ve zor olacağını düşünüp kendimi buna hazırlıyorum. İçimden çamurla konuşmaya başlıyorum. Çamuru yenmeye çalışmaktan yorulmaya başladım, artık onunla arkadaş olmayı deniyorum. Senin görevin bizi engellemek ama bizim de bu yarışı bitirmemiz gerek diye söyleniyorum.
Bu arada Garmin’e bakmak için bir an gözümü yoldan ayırıyorum… Büyük hata! Bacaklarımın altımdan kaydığını hissediyorum. Birkaç salise sonra sırtüstü balçığın içindeyim. Aslında şimdiye dek defalarca düşmüş olmam gerekirdi ama 15 saat sonra bu ilk düşüşüm. Yavaşça kalkıyorum, fiziksel bir sorun yok ama düşmenin etkisiyle sarsılmışım. Birkaç dakika gittikten sonra tekrar kayıyorum, bu kez yüzüstü çamura kapaklanıyorum. Bu sefer hiç etkilenmiyorum, kötü düştüğüm için Kerem panik halinde “bir şey var mı?” diye sorarken hacıyatmaz gibi kalkıp son sürat yürümeye devam ediyorum. Sanki elektroşok yemiş gibiyim. Hiçbir şey hissetmiyorum, tek amacım yürümek, yürümek, durmadan yürümek ve İznik’e ulaşmak. Kim bilir dışardan nasıl gözüküyorum.
Birkaç dakika sonra yan taraftan bir köpek havlaması geliyor. Bu zamana kadar sayısız köpek geçtik ama hepsi kendi bölgesini koruyan cinsten köpeklerdi ve havlamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Bu köpek çok agresif ve üzerimize doğru hamle yapıyor. Başka zaman olsa kaçacak delik ararım ama bu köpek yanlış zamanda yanlış adama çatıyor. Mataraları fırlatma pozisyonunu alıp “hadi gel bakalım, gel!“ diye bağırarak köpeğin üzerine gittiğimi hatırlıyorum. Köpek bir an susuyor birkaç adım geri atıyor. Neyse ki Kerem bu anda sakin halde de araya girip beni uzaklaştırıyor ve köpeği elimden alıyor (!) Kendime gelip yaptığım şeyin saçmalığını düşünüyorum. “Ne kadar insanlıktan çıkmışız ki köpek bile neye uğradığını şaşırdı” diyerek 5 dakika boyunca gülüyoruz. 121km istasyonu zor geliyor ama sonunda geliyor. İstasyon ıssız bir yerde, sadece iki kişi var. İstasyondaki görevliler bizi motive edip sadece 5km kaldı diyorlar. Onlar bize yaptığınız büyük iş diyorlar ama biz de onlara gecenin yarısında burada bize yardım ettikleri için teşekkür ediyoruz. Daha sabaha kadar orada bekleyeceklerini söylüyorlar. Bu insanlar yarışın gerçek kahramanlarından. Biraz kola içiyoruz, birkaç da bisküvi. Yola devam.
İstasyondan çıkar çıkmaz Kerem’i bir daha tebrik ediyorum, sadece 5km kaldı diyorum. Unuttuysa aklına gelmesin diye diziyle ilgili bir şey sormuyorum. 2km kadar sonra asfalta çıkıyoruz ve en azından rahat yürüyebilecek duruma geliyoruz. Çok hızlı tempoyla yürümeye devam ederken sohbet ederek İstanbul kapının altından geçiyoruz. Artık 500 metre kadar kalmış olmalı ama oradan birisi arka yoldan gideceğimizi söylüyor, meğerse Kayıkhane’nin oradan, arka taraftan İznik’te bir yarım tur atarak gitmemiz gerekiyor. “Caner’in son sürprizi demek bu” diye gülüyoruz. Buraya kadar geldikten sonra şehri 5 defa dönsek de sorun yok. Son kilometrede bir araba bizi takip edip kameraya alıyor.
Finiş noktasına Kerem’le omuz omuza giriyoruz. Caner, Noyan, Ilgaz ve tabii can dostum Budak gecenin 1:30’unda bizi karşılamak için orada bekliyorlar. Madalyalar boynumuza takıldıktan sonra çipimi okutmak için bir görevli geliyor. Hemen durdurup Kerem’i gösteriyorum, önce o diyorum. Bu adam ilk ultrasında, düzeltiyorum ilk koşu yarışında inanılmazı başarmış, bu başarıyı en çok hak edenlerden biri. Nasıl koştuğunu birkaç kez gördükten sonra fiziksel performansını az çok tahmin edebiliyordum ama bu mesafedeki ilk yarışında zorlu şartlara rağmen bu kadar pozitif kalması ve hiç ümitsizliğe kapılmaması takdire şayan. Gücünü kontrol etmeyi biraz daha öğrenip vücudunu bu mesafelerde daha çok tanıdığında Kerem’in tutulması mümkün olmayacak.
Sabah kahvaltıda Suna, “artık askerlik arkadaşı gibi olmuşsunuzdur” diye çok doğru bir söz söyledi. Gerçekten de böyle deneyimleri beraber yaşamak kolay kolay kopmayacak bağlar oluşturuyor. Uzun yarışlarda Kerem’le birlikte gitme şansını yakalarsanız bence hemen yapışın ve etinden sütünden faydalanın. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk 100km kadar temposuna ayak uydurmak biraz sarsıcı olabiliyor. Ama merak etmeyin, bu bölümü atlatırsanız duruluyor, sonrası kolay! Yarıştan sonraki günlerde Kerem ikide bir bana teşekkür edip duruyor ama benim ona bir faydam olduysa onun da bana çok büyük faydaları oldu. Bu iş hiçbir zaman tek yönlü değil. Kimse kimseyi 126km boyunca sırtında taşıyamaz. Hem fiziksel hem de zihinsel performansı ile bu sonucu en az herkes kadar hak etti.
(Kerem’in sakatlığını merak ediyorsanız ciddi bir şey değil. Hayatında koşu yarışına katılmayan adam daha şimdiden bundan sonra hangi yarışa katılsam diye bana sorup durmaya başladı bile. )
Finiş sonrası otele çıkıp uzunca sıcak bir duş alıp kendimi toparlıyorum. Kuru giysiler giyip 1 saat kadar sonra tekrar aşağıya iniyorum. Lokantaya gidince Umut, Elena ve Ufuk abinin birlikte gelerek yarışlarını bitirdiklerini görünce büyük bir sevinç yaşıyoruz. Hepsini kutluyorum ve yarışı konuşuyoruz. Zorla bir tabak çorba içip çok az pilav yedikten sonra 3:30 civarında tekrar otele dönüp 1-2 saat uzanıyorum ve uyumakla uyumamak arasında bir noktada hareketsiz yatıyorum. Ara ara yanıma aldığım litrelerce sudan içiyorum. Sistemi temizlemek için bol bol su içip idrara çıkmak çok önemli. Sabah 6:30 gibi gözlerimi açıyorum, aklım hala parkurda olma ihtimali olanlarda. Biraz daha yatakta dönüp önceki günü düşündükten sonra kahvaltıya iniyorum. Herkes çoktan inmiş bile. Güzel bir kahvaltı sonrası çok iyi durumdayım. 10k yarışını izleyip ödül törenine katıldıktan sonra dönüş hazırlıklarına başlıyoruz.
YARIŞ SONRASI
“Never judge a day by the weather. – Asla bir günü hava şartlarına bakarak yargılama.”
Geri dönüp bakınca bu yarışta hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim. Buna hava da dahil. Düzeltiyorum, en başta da havayı değiştirmek istemezdim. Her ne kadar koşarken zaman zaman burnumuzdan getirse de bence bu yarışı unutulmaz yapan en önemli faktörlerden biriydi. Her şeyin doğru zamanda bir araya geldiği Kusursuz Fırtına’yı tamamlayan faktördü. Bundan sonra belki bu yarışa katılan birçoğumuz yurtdışında isim olarak daha büyük ultra maratonlara katılacağız ama yağmuru ve çamuruyla 14/15 Nisan 2012 günleri hafızalarımızda hep çok özel bir yer tutacak.
Bize bu günü yaşatan herkese bir kez daha teşekkür ettikten sonra önemli gördüğüm birkaç noktayı belirtmek istiyorum. Öncelikle yarışı tamamladığım için kuşkusuz mutluyum ama bu hiçbir zaman bitiremeyenlerden daha iyi koşucu olduğum anlamına gelmez. Bitiremeyenlerin de bu yarış için ne kadar büyük fedakarlıklarla hazırlandıklarını biliyorum. Yarışın herhangi bir anında benim de karşıma mücadele edemeyeceğim bir problem çıkabilir ve bırakmak zorunda kalabilirdim. Bu kadar uzun yarışlarda ters gidebilecek sayısız faktör var. Hazırlık tabii ki önemli ama tek başına belirleyici faktör olduğunu söylemek mümkün değil. Kimse kimsenin içinde olduğu şartları yaşamadan bilemez. Bu işin içinde her şey var. Böyle deneyimlerde kimin başarılı olup kimin olmadığını sadece kendisi bilebilir. İçinde bulunduğu şartlara karşı elinden geleni sonuna kadar yapan biri bitirmese de başarılıdır. Öte yandan insan bitirse bile elinden geleni yaptığına inanmıyorsa kendisini başarılı hissetmeyecektir. Bu yüzden başarıyı bu kadar basite indirgemek yerine başlangıç noktasına gelme cesaretini gösteren herkesin eşit şekilde takdir edilmesi gerektiğine inanıyorum.
“Far better it is to dare mighty things, to win glorious triumphs, even though checkered by failure, than to take rank with those poor spirits who neither enjoy much nor suffer much, because they live in the gray twilight that knows not victory nor defeat.”
“Başarısızlıkla süslense de büyük şeylere, ihtişamlı zaferler kazanmaya cüret etmek, zaferi de mağlubiyeti de bilmeyen gri bir alacakaranlıkta yaşadıkları için, ne çok zevk alan ne de çok acı çeken o zavallı ruhlardan biri olmaktan çok daha iyidir.” – Theodore Roosevelt
Değinmek istediğim ikinci nokta ise yarıştaki sıralama ile ilgili. Koşmayan birisine “100km koştum” dediğiniz zaman genelde ilk sorduğu soru “kaçıncı oldun?” olur. Bu mesafeleri koşmanın ne demek olduğunu bilen kişiler olarak bizim bundan bir farkımız olmalı. Çevremizdekileri, hatta kısa mesafelerden ultra maratonlara geçiş yapan koşucuları, önemli olanın bitirmek olduğu konusunda eğitmeliyiz. Bu konuda maalesef hala çok yol almamız gerek. Bunun adı “yarış” ama bence insanın kendisiyle ve doğayla mücadelesinin yarışı. Diğer yarışmacıları rakip olarak görmek yerine omuz omuza mücadele edeceğimiz dostlar olarak görebildiğimiz sürece her şey daha kolay olacaktır.
Tabii ki yarışta dereceye girenlerin performansını ayakta alkışlayıp onlardan ilham almalıyız ve yapabileceğimiz en iyi dereceyi yapmak için sonuna kadar uğraşmalıyız ama bazen yapabileceğimizin en iyisi zaman limiti içinde yarışı bitirmekse bu hiçbir şekilde küçümsenecek değil ancak takdir edilecek bir başarı olabilir. Biz Kerem’le 18 saatte bitirdik ama 24 saatte bitirenlerin bizden çok daha zor bir iş gerçekleştirdiklerinden en ufak kuşkum yok. Beni tanıyanlar bu dediğimde ne kadar samimi olduğumu bilirler. 15-20 saat koştuktan sonra o şartlarda 5-10 saat daha fazla parkurda kalma kararlılığını gösterenleri ancak takdir edebilirsiniz. Kendi adıma her şeye rağmen bitirenlere şapka çıkartıyorum.
Tavsiyem 2013 için İznik hazırlıklarına erken başlayın ve bir şekilde bu büyük festivalde yerinizi ayırtın. Bu organizasyonun önünüzdeki senenin en heyecan verici organizasyonu olacağından kuşkum yok. Bu yılki gösteriden sonra biletler biraz çabuk tükenecek.
Sonuçlar
https://www.iznikultra.com/iznik-ultra-sonuclar.php
Resimler
https://www.iznikultra.com/galeri.php
Not: Yazıda kullanılan fotoğraflar Macera Akademisine aittir.
Aykut yine döktürmüşsün. Canı gönülden tebrikler tekrar hepinize. Harika yazı ve müthiş performans. Saygılar
Aykut, 14-15 Nisan günlerinde, aklımın köşesinde hep bu yarışta olup bitenler vardı. Sağlıklı bir şekilde bitirdiğine çok sevindim. Yazın da yaşadıklarını bizlere yaşatacak kadar aksiyonu bol ve sürükleyici olmuş. Bu yazıyı kaydedip, gelecekte katılacağım ultralarda ders niyetine bir kez daha okuyacağım. Teşekkürler.
olaganustu, yaris raporu konusunda elindekini saatlerce ince eleyip dokumaya calisip paylasmanin gucune inanan biri olarak emegine cok saygi duydum hem parkurdak hem blogdaki… tebrikler…
Ellerine sağlık bu kadar güzel bir yazı yazdığın için… Ayaklarına sağlık bu kadar zor bir parkuru bitirdiğin için…
ayni kosuda 60K kosan biri olarak, daha otesine devam edenlere, kosuyu bitirsin bitirmesin buyuk saygi duyuyorum. 60K sonrasi kalan mesafeyi iki kat zorlastiran gece, hava ve zemin sartlarinda finish’i gorebilmek insan ustu fizik ve mental dayaniklilik gerektiren bir hal almis. Oncelikle bu gucu ve azmi o gun gosterebilmis olmandan dolayi tebrik, sonrasinda bu tecrubeleri emek ve zaman harcayarak bize kaynak olabilmesi icin yaziya dokmen inceliginden dolayi tesekkur ederim. nice kosulara
Aykut Bey, sizi, organizasyonda yer alan herkesi candan kutluyorum.Çok güzel anlatım.Büyük keyif aldım.Başarılarınızın devamını diliyorum.BRAVO!!!! Sanal da olsa sizle beraber koştum.Zorlukları yaşamasamda,anlayabiliyorum.Başarının keyfide o zorluklarda.Ne kadar zor , o kadar keyifli….Görüşmek üzere….Sevgi ve saygılarımla, selamlar…
yazıyı okurken o heyecanı çekilen acıları bir nebzede olsa hissettim 2012 de ilk maratonumu koştum 2013 de de iznikte 42k dağ maratonu koşmaya karar verdim umarım bir gün 126k yı koşmak ve tamamlamak nasip olur
İZNİK ULTRA YARIŞMASINA KATILAN TÜM YARIŞMACILARA BAŞARILAR DİLER, MÜŞKÜLE KÖYÜ HALKINA SELAM VE SEVGİLERİMİZİ SUNARIZ. YONCA TOKBAŞ’I VE HEPİNİZİ ÇOK SEVİYORUZ…