Ultra maraton kavramıyla tanışan birinin yaptığı ilk işlerden biri dünyanın ünlü ultra maratonlarını ve bu sporun tanınmış isimleri araştırmaktır. Bunu yaparken karşısına çıkan ilk isimlerden biri Scott Jurek olabilir.
Bir süre önce Gittiğimiz Yoldan Dönenler yazısında da tanıttığımız Jurek, kariyerinde Badwater (2 kez), Spartathlon (3 kez) ve Hardrock gibi ünlü ultra maratonları kazanmış bir koşucu. Bu başarılarının yanında Amerika’nın en prestijli 100 mil yarışı Western States’ı 1999-2005 arasında 7 kez üst üste kazanarak tekrarlanması çok zor bir başarıya imza atmış olması, onun ultra maraton dünyasının en tanınmış isimlerinden biri haline gelmesinde kuşkusuz en önemli faktör. 2009’da piyasaya çıkan ve kısa zamanda koşu çevrelerinde en çok okunan kitaplarından biri haline gelen Christopher McDougall imzalı Born to Run‘daki önemli karakterlerden biri olması ise Jurek’in dünya çapındaki tanınırlığını oldukça arttırmıştı.
Haziran 2012’de Jurek’in hayat hikayesini anlattığı ve koşu dünyasındaki deneyimlerini paylaştığı Eat & Run adlı bir kitap piyasaya çıktı. Bir süredir okumak için vakit aradığım kitabı bayram tatili vesilesi okuma şansına sahip oldum.
Şunu söylemek gerekir ki, bu kitap her ne kadar tanınmış bir ultra maratoncunun hayatını ve ultra maraton yarışlarında yaşadıklarını anlatsa da kesinlikle sadece ultra mesafeler koşanlara hitap eden bir kitap değil. Koşmaya yeni başlayan veya amacı 5K/10K gibi daha kısa mesafelerde sürelerini geliştirmek isteyenlere de en az uzun mesafe koşanlar kadar ilham verici olabilecek bir kitap.
Eat & Run, 50+ derecelik sıcaklıkları ile ünlü olan ve Kaliforniya’daki Death Valley’de düzenlenen 135 millik Badwater ultra maratonunu koşarken Jurek’in yaşadığı bir deneyimle başlıyor. Jurek bu yarışa kazanmanın da ötesinde rekor kırma amacıyla geliyor ve daha önceki başarılarından sonra belki de bu yarışı biraz hafife aldığını itiraf ediyor. Fakat henüz 70. mil civarında yarışı bırakma noktasına gelince, yolun kenarında adım atacak hali kalmamış halde yatarken devam etmek için bir sebep arıyor ve çocukluğuna dönerek bu noktaya nasıl geldiğini anlatmaya başlıyor.
Daha kitabın ilk sayfalarından itibaren Jurek’in hayatında anne ve babasının çok önemli rol oynadığını anlamak zor değil. Annesinin MS hastası olması sebebiyle evin en büyük çocuğu olan Jurek, küçük yaşlardan itibaren yemek pişirmek başta olmak üzere büyüklerin yaptığı birçok ev işini üstlenmek zorunda kalıyor. Çok disiplinli biri olan babası ile ilişkisi ise son derece çalkantılı. Jurek neden arkadaşları gibi oyun oynayamadığını babasına sorduğunda, babası ona bazı şeyleri sorgulamadan kabul edip yapması gerektiğini anlatan bir söz söylüyor: “Sometimes, you just do things“. Bu söz Jurek’in hayatında çok önemli bir yer tutuyor ve ilerleyen yıllarda hem gerçek hayatında hem de yarışlarda zorda kaldığı anlarda kendi kendine tekrarladığı bir özdeyiş haline geliyor.
Bu bölümleri okurken aile ve çevre yapısının, sporda en üst seviyeye çıkan insanlar üzerindeki etkisini bir kez daha düşündüm. Aklıma bir süre önce okuduğum Andre Agassi biyografisi Open geldi. Orada Agassi’nin babası çok küçük yaşlardan itibaren her yolu deneyerek çocuğunu tenis oynamaya zorluyordu. Agassi babasının baskısı ile tenis dünyasının en önemli yıldızlarından biri haline gelse de hayatı boyunca tenis oynamaktan nefret ettiğini itiraf ediyordu. Jurek’in durumu daha farklı ama annesinin hastalığının ve babasıyla arasındaki mesafenin spor kariyerini derinden etkilediğine şüphe yok.
Jurek’in koşuya başlaması okuldaki kayaklı koşu takımına girebilmek için güçlü bir kondisyona sahip olması gerektiğini öğrenince bir zorunluluk sebebiyle oluşuyor. Önceleri koşmayı çok anlamsız buluyor. Daha sonra hayatındaki en iyi arkadaşı olacak Dusty Olson ile tanışıyor ve onun etkisi ile hayatına yön verecek bir karar alıp uzun mesafeler koşmaya başlıyor.
Buraya kadarı kitabın ismindeki “koşma” kısmı. “Yemek yeme” kısmı ise Jurek’in kendi başarısında önemli rol oynadığını düşündüğü diyet kısmıyla ilgili. Jurek hayatının bir döneminde vegan diyete başladığını ve bunun da performansını son derece pozitif şekilde etkilediğini çeşitli bölümlerde verdiği örneklerle belirtiyor.
Bu noktada vejetaryen ve vegan arasındaki farkı da hatırlatmak gerek. Vejetaryen olanlar et, tavuk ve balık yemezken, vegan diyetini uygulayanlar ise bunların yanı sıra süt ürünleri ve yumurtayı da tüketmiyorlar. Kitabın içinde koşucular için bu diyete özgü 15-20 tane de tarif bulunuyor.
Born to Run’ı okurken hikayeyi beğenmeme rağmen McDougall’ın çıplak ayakla koşunun ve minimalizmin her koşucunun mutlaka yapması gereken bir kavram olduğu konusundaki ısrarlı ve didaktik anlatımından hoşlanmamıştım. Bu kavramların bazı koşucular için iyi bir seçenek olacağına ama bazıları için yarardan çok zarar getirebileceğine inanan biri olarak, bu kitaba başlarken de ismine ve içeriğine bakarak bu kez diyet konusunda Jurek’in benzer bir tutum sergileyip sergilemeyeceğini düşünüyordum. Neyseki Jurek kitapta kendi diyet felsefesini anlatıyor ama bunun tek mutlak doğru olduğu konusunda ısrarcı davranmıyor. Benim kitaptan aldığım mesaj hayvansal ürünler yiyip yememekten ziyade, iyi ve doğru beslenmenin hem koşu hem de gerçek hayat kalitemiz üzerindeki pozitif etkisi oldu. Sanırım buna da pek itiraz eden olmayacaktır.
Kitapta Jurek, yine Born to Run’da bahsi geçen ve Tarahumara kabilesi ile yarıştığı Copper Canyon Marathon’u kendi gözünden anlatırken minimalizm konusunda da düşüncelerini paylaşıyor. Önemli olanın ayakkabının yapısı olmadığını, ayağın önüyle, ortasıyla veya topuğuyla basmaktan çok dikkat etmemiz gerekenin ayağımızı nereye bastığımız olması gerektiğini söylüyor. Adımımızı vücut ağırlık merkezimizin tam altına ya da çok az önüne atmanız gerektiğinin önemini vurguluyor. Minimalizm konusu açılınca sürekli savunduğum bu kavramın elit bir koşucu tarafından tasdiklenmesi beni sevindiren bir konu oldu.
Uzun mesafe koşanlar zihinsel gücün ne kadar önemli olduğunu bilirler. Jurek’in kitapta verdiği örneklerden birçok ünlü filozofun tanınmış eserlerini incelediği ve bunları koşu hayatına uyguladığı hemen göze çarpıyor. Bu mesafeleri kat etmek için zihinsel gücün önemini defalarca vurguluyor. Zor şartlara karşı verdiği mücadelenin gerçek hayatında yaşadığı zorluklara karşı kendisini daha güçlü hissetmesini sağladığını belirtiyor. Annesinin hastalığında, en yakın arkadaşı ile bozulan ilişkisinde ve eşinden boşanmasının ardından girdiği bunalımlı dönemlerde aradığı cevapları hep koşarken bulduğunu yineliyor.
Scott Jurek ultra maratonlarda oldukça sık gözüken şekilde, kazandığı yarışlardan sonra kendinden sonra gelenleri saatlerce bekleyip kutlamasıyla tanınan biri. Kitabın birçok bölümünde, başka birçok sporda olmayan şekilde ultra mesafeleri koşanların birbirine duydukları saygıdan bahsediyor ve bu konuda örnekler veriyor. Bunun yanında kazandığı yarışlardaki bazı stratejileri de açıklamaktan çekinmiyor. Örneğin kendini çok kötü hissetse de yarıştığı birini geçerken güçlü gözükmeye dikkat ettiğini, gece etaplarında koşarken başka bir koşucudan öğrendiği stratejiyi uygulayarak fenerini kapatıp önündekini gafil avlamaya çalıştığını anlatıyor. İlk Western States yarışına katıldığında, dağlık bir arazide antrenman yapmadığı için birçok kişinin kendisini küçümsediğini, bunun da kendisi için ekstra motivasyon sağladığını itiraf ediyor.
Kitaba getirebileceğim bir eleştiri bazı bölümlerin bence biraz hızlı geçilmesi. Jurek’in kişisel blogunu takip eden ve kitapta bahsi geçen son yıllardaki yarış raporlarını takip etmiş biri olarak belli bölümlerde biraz daha derine inilebileceğini düşünüyorum. Fakat açıkçası bu biraz kişisel bir eleştiri. Daha fazla detay, 22 bölümden oluşan 231 sayfalık kitabın akıcılığına sekte de vurabilirdi. Bütününe baktığımda ise bence hemen her tür koşucuya (hatta her tür dayanıklılık sporuna ilgi duyanlara) hitap edebilecek ve motivasyon sağlayabilecek oldukça başarılı bir kitap.
Kendi alanında dünya çapında başarılı olmuş insanlara dışardan baktığımızda, birçok şeyin onlar için çok kolay olduğunu, hayatın onlara çok cömert davrandığını ve onların genetik piyangoyu kazanmış bireyler olduklarını düşünürüz. Fakat bu kişilerin hayat hikayelerini inceleme fırsatı bulduğumuzda onların da birçok kişi gibi zorlu dönemlerden geçtiklerini ve kazandıkları başarıları çok çalışmaya borçlu olduklarını görebiliriz. Jurek’in hikayesi de buna iyi bir örnek.
Kitabın her bölümü bir özlü sözle açılıyor. Açılışı yapan filozof William James’in aşağıdaki sözü benim en çok beğendiklerimden biri oldu ve kitabın bütününü oldukça güzel özetlediğini düşünüyorum.
“Beyond the very extreme of fatigue and distress, we may find amounts of ease and power we never dreamed ourselves to own; sources of strength never taxed at all because we never push through the obstruction. – Çok aşırı yorgunluğun ve sıkıntının ötesinde, asla sahip olduğumuzu hayal etmediğimiz miktarlardaki rahatlığı ve gücü bulabiliriz; önümüzdeki engeli aşmak için asla kendimizi zorlamadığımız için hiçbir zaman kullanmadığımız güç kaynaklarını.”
William James
Aykut abi eline saglık.
Çok güzel özetlemissin, 6 gun sonra elime gelecek kitabı okumak için şimdiden sabırsızlanıyorum…
Aykut sanırım aynı zamanda okumuşuz bu kitabı.
Bu güne kadar izlediğim bütün filmlerde ve okuduğum bütün romanların temel kurgusu; kahraman önce küçük bir başarıya ulaşır ve sonra o özgüvenle daha büyük başarı için çabalar ve ne yazık ki duvara toslar. Bundan sonra gelen acı ve mücadele (struggle) dönemi başlar işte kozadan çıkan kelebeği uçuracak olan bu mücadelesidir.
Scott Jurek bana da müthiş bir ilham verdi. Bazen alabildiğince alçakgönüllü(humble) ama bazen de bir kaplan gibi atak ve yırtıcı olabilmeliyiz hatta bazen kazanmak için yarışta fair play sınırları içinde kurnazca davranmalıyız.
Bir başka öğrendiğim şey ise bütün sporcuların (ve tüm insanlar) çocukluk ve ergenlik dönemi yaşadıklarının onların nasıl birer sporcu ve insan olduklarının temel taşlarının atıldığı dönem olduğudur.
Son olarak da bu kitaptan, her alanda ”büyük” olmak için aynı zamanda iyi bir entellektüel birikimin ve yaşamı sorgulamanın gerektiğini tekrar öğrendim.
Objectif, güzel bir kitap tanıtımı olmuş. Eline sağlık.
scott jurek in de bahsettiği https://en.wikipedia.org/wiki/Yiannis_Kouros a da bir göz atın derim 🙂
merhaba, şu yazımızda bahsetmiştik… https://kosugazetesi.com/2012/04/gittigimiz-yoldan-donenler-1/