Koşunun matematiğini yazdık.
Mesafeleri ölçtük, sürelere böldük. Hızlı dedik, yavaş dedik. X mesafeyi, Y sürede, n defa tekrarla dedik.
Dağlara tırmandık, metre metre saydık yükseltimizi.
Sonra, koşunun kimyasını, biyolojisini, fiziğini yazdık.
Enerjiler sentezledik. Su kattık, ter attık, aman güneş olmasın, rüzgar yandan esmesin dedik.
Fizyolojisini, ortopedisini bile yazdık koşunun.
Ayağınıza ne giyeceğinizi, yere nasıl basacağınızı söyledik.
Ne geniş, ne ferah konuymuş.
Psikolojisini bile anlattık kendimizi tutamayıp. Aman kafaya dikkat, düşüncelerinize mukayyet olun dedik.
Tüm yazdıklarımıza, çizdiklerimize rağmen rakamların anlatamadığı bir şey vardı ya, aslında ara sıra ona da değindik.
Koşunun pozitif bilimle ifade edilemeyen tarafı. Sadece biraz zormuş kelimelere dökmesi.
Nereye vardığınız, ne kadar hızlı vardığınız, sırtınızda ne taşıdığınız veya ne içtiğinizle ilgili değil bu.
Bu daha çok,
bir pazar günü sabahın 9’unda,
etrafınızda şortlu, taytlı, terli, tanımadığın onlarca kadın ve adam arasında,
haftalardır hazırlandığın yarışa nihayet start verilmesini stres içinde beklerken,
sakin sakin arkana dönüp baktığında gördüğün şey.
Seni oraya getiren günler, geceler, saatler, dakikalar, anılar.
Koşunun ‘yolculuğu’, ‘senin’ yolculuğun.
Saat 5’te ayağa dikilmekten bahsediyorum, sabahın ayazında koşmak için.
Islak ve üşümüş olarak önünüzde açılan kahve kapısından bahsediyorum.
İçeri girdiğinde hissettiğin sıcaklıktan. İçtiğin o çaydan, yanında seninle aynı şeyleri paylaşan adamdan.
Bir an için evde bekleyenleri düşünmenden.
Kuş uçmaz kervan geçmez bir patikada hissettiğin basitlikten, yüzünden süzülen terden bahsediyorum.
Bacaklarını kanatan bir çalıya veya ayağını çarptığın taşa salladığın küfürden. Bilmediğin bir patikaya ilk adım atışından.
Bileğine kadar battığın çamur veya üstünden sektiğin bir su birikintisinde bıraktığın izden bahsediyorum.
Kendi nefesin ve kalp atışınla baş başa kalıp çevrenden akıp giden sahneyi unutmaktan ya da her kuşu, her çıtırtıyı dinleyerek o sahneyle bütünleşmekten.
Seni beklemek için durmuş arkadaşının uzaktaki görüntüsü veya sen onu beklerken aranızdaki mesafenin yavaş yavaş kapanması. Sonra tek kelime etmeden devam etmek.
Yarışlar gelir, yarışlar geçer. Bazen 20 dakika, bazen 4 saatte biter her şey. Sonuçlar alınır, değerlendirilir, 2 dakika eksik, 4 dakika fazla.
Yarışlar gelir, yarışlar geçer ve ilgili satıra yazdığımız derece dışında bize kalan çok daha büyük bir şey vardır. Olmasaydı, zaten devam etmezdik.
*Quo vadis, Türkçe’ye “Nereye gidiyorsun?” olarak çevrilebilecek Latince cümle. İncil’de geçen bu cümle bugün bir atasözü gibi kullanılmaktadır. İncil’de, Yuhanna 16:5’de bulunur:
16: 5 – At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: “Quo vadis?”.
Türkçesi:
16: 5 – “Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.
Quo vadis deyişi tarihte ve modern kültürde birçok farklı şekilde ve yerde kullanılmaktadır.
Kaynak:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Quo_vadis